Ana içeriğe atla

Geleceği Kodlayan Yıllar (ÇOCUK)

Çocukları anlamak, geleceği anlamaktır. Çünkü onların kalbinde ve zihninde şekillenen dünya, yarının toplumunu oluşturur. Bu yüzden tüm büyük liderler, çocukların değerini kavramış ve onların gelişimine öncelik vermiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, bu vizyonu en derinden gören liderlerden biridir. O, yalnızca kendi milletinin değil, tüm dünyanın çocuklarını onurlandırmak adına 23 Nisan’ı "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak ilan etmiştir. Bu, bir çocuğun hayal gücünün, bir ulusun kaderini değiştirebileceğini bilen bir liderin ileri görüşlülüğüdür. Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği bu bayram, yalnızca bir kutlama değil, tüm insanlığa yapılan güçlü bir çağrıdır: "Geleceği inşa edecek olan çocuklardır."

Ben de  bu haftanın anlam ve önemine uygun olarak 0-7 yaşın öneminden , bu yaş grubunda neler döndüğünden bahsetmek isterim.
0-7 yaş… Duyunca sıradan bir zaman dilimi gibi geliyor olabilir. Ama aslında bu yıllar, görünmeyen mürekkep ile yazılmış bir hayat kitabının ilk satırları gibidir.
Ve her kelimesi, çocuğun kim olacağını şekillendirir.
Nasıl düşünecek?
Ne hissedecek?
Kendine nasıl bakacak, başkalarına nasıl davranacak?

Bilim insanları yıllardır aynı şeyi söylüyor:
İnsan beyninin %90’ı yedi yaşına kadar gelişiyor.
Ama bu gelişim, yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda duygusal, sosyal ve zihinsel bir inşadır.
Yani aslında, “çocuk yetiştirmek” bir şey inşa etmek değil; bir şeyin nasıl inşa edileceğini öğretmektir.

Bazen anneler sorar bana:
“Yeterince iyi bir ebeveyn miyim?”
Oysa burada önemli olan mükemmel olmak değil, gerçekten orada olmak.
Yani göz teması kurmak, sesiyle şefkat vermek, çocuğun sorularına kulak kesilmek.
Çünkü çocuklar, onları ne kadar sevdiğimizi gösterdiğimiz oyuncaklarla değil, birlikte geçirdiğimiz anlarla hisseder.

Maria Montessori bir keresinde şöyle demiş;
“Çocuk, potansiyelini gerçekleştirmek için bir yetişkine değil; doğru ortamda, sevgiyle rehberlik eden bir yetişkine ihtiyaç duyar.”

Çocuğumuzun kalbi ilk ne zaman çarptı biliyor musunuz? Ya da anne karnında duyduğu ilk ses neydi? Aslında her şey biz daha onun yüzüne bakmadan çok önce başlıyor. Çocuk gelişimini yalnızca doğumdan sonrasıyla sınırlandırmak, bir kitabın sadece son sayfalarını okumak gibidir. Bilim bize, çocuğun kişilik temellerinin, bilişsel becerilerinin ve hatta duygusal zekâsının temellerinin anne karnında atıldığını söylüyor. Ve bu temeller, doğumdan itibaren 7 yaşına kadar geçen sürede şekillenmeye devam ediyor.

İşte tam da bu yüzden bu dönem "altın yıllar" olarak adlandırılıyor. Bu yazıda, 0-7 yaş arasındaki gelişim sürecine bilimsel verilerle ve gerçek yaşamdan kesitlerle göz atmak istiyorum. Hem çocuğumuzu daha iyi anlayabilmek hem de onu geleceğe daha güçlü hazırlayabilmek için…

Harvard Üniversitesi’nin 2016’da yayımladığı bir çalışma, fetüslerin 25. haftadan itibaren dış seslere tepki verdiklerini ve bu seslerin –özellikle annenin sesi ve kalp atışı gibi tanıdık uyaranların– doğum sonrası duygusal bağlanma süreçlerine katkı sağladığını ortaya koymuştur. Yani annenin sakinliği, duygusal durumu, konuşma tonu, bebeğin beyin hücrelerinin bağlantı kurma biçimini bile etkiliyor.

Dr. Thomas Verny’nin "The Secret Life of the Unborn Child" adlı kitabında belirttiği gibi, anne adayının yaşadığı stresin yoğunluğu bile bebeğin sinir sistemi gelişimini etkileyebiliyor. Olumsuz duygular, kortizol gibi hormonların bebeğe ulaşmasına neden olarak onun sinirsel hassasiyetini artırabiliyor.

Bu dönemde yapılabilecek en güzel şeylerden biri, bebekle konuşmak, ona müzik dinletmek ve onunla bir bağ kurmaya çalışmak. Birçok anne, bebekleri doğduğunda, hamilelik boyunca söyledikleri ninnilere tepki verdiklerini şaşkınlıkla fark eder. İşte bağ tam da burada başlar.

Ben de bir eğitimci ve gözlemci olarak şunu söyleyebilirim: Kendini güvende hissederek doğan çocukların gözlerinde başka bir parıltı olur. Bu çocuklar, merak etmeye daha açıktır; çünkü içlerinde bir yerlerde “güvendeyim” hissi kazınmıştır.

İşte tam bu noktada sormak gerekiyor:
Biz, henüz doğmadan önce bile hisseden bu çocuklara nasıl bir zemin hazırlıyoruz?

Doğumdan Sonra: Beyin Gelişimi ve İlk Yılların Önemi

Bebek doğdu. Artık kucağımızda, kokusu hâlâ sıcacık, teni kırılgan... Ama zannetmeyin ki o minik beden sadece “büyümeye” başladı. Hayır, aslında beyni âdeta bir inşaat alanı gibi hummalı bir çalışmanın içinde.

Bebek doğduğu andan itibaren beyni hızla gelişmeye başlar. Yapılan araştırmalar, bir çocuğun beyin kapasitesinin %80’inin ilk üç yıl içinde şekillendiğini gösteriyor. Bu, çevresel uyarıcıların (yani anne, baba ve bakım verenin davranışları, ses tonu, dokunuşları) ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar.

Stanford Üniversitesi'nin yürüttüğü bir araştırmaya göre, çocukların ilk 18 ayında duyduğu kelime sayısı, onların gelecekteki dil becerilerini doğrudan etkiliyor. Yani çocukla konuşmak, onunla iletişim kurmak sadece güzel bir alışkanlık değil, nörolojik bir yatırım.

Jean Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı da bu süreci destekler. Ona göre çocuklar, doğumdan itibaren deneyim yoluyla öğrenir. Bu nedenle, çevresel uyaranların zenginliği, çocuğun dünyayı algılayış biçimini doğrudan şekillendirir. Bir annenin bebeğine verdiği bir kaşık, bir aynadaki yansıması, çimenin üzerindeki çıplak ayak hissi… Hepsi öğrenmenin birer parçasıdır.

İlk iki yıl, bir çocuğun beyninin en hızlı geliştiği dönemdir. Yapılan araştırmalar, doğumdan sonraki ilk yıl içinde bebeğin beyninin boyutunun neredeyse iki katına çıktığını gösteriyor. Ünlü nörobilimci Dr. Jack Shonkoff, bu dönemi “hayat boyu sürecek beyin mimarisinin temelleri” olarak tanımlar. Çünkü bu dönemde kurulan sinaptik bağlantılar, ilerideki dil, hafıza, dikkat ve duygusal düzenleme becerilerinin temelini oluşturur.

Ama bu gelişim, sadece oyuncaklarla ya da renkli kartlarla olmuyor.
Asıl mucize; ten temasında, göz göze bakışta, şefkatli bir ses tonunda gizli.
Bir annenin bebeğine “Seni seviyorum” deyişi, bir babanın onu kucağında sakinleştirişi… Bunlar sinir ağlarını güçlendirir. Beyin, en çok da güven duygusuyla beslenir.

Kendi sınıfımda gözlemlediğim bir örneği paylaşayım:
Çok erken yaşta güvenli bağlanma geliştirmiş çocuklar, ilkokula geldiklerinde çok daha kolay ilişki kuruyor, dikkatlerini daha iyi topluyor ve duygularını daha rahat ifade edebiliyor. Oysa erken dönemde ihmal edilmiş ya da duygusal olarak yetersiz bağ kurmuş çocuklarda, ya içe kapanma ya da aşırı dışa vurum gözlemliyoruz. Çünkü duygusal beyin, ilk iki yılda aldığı “iletişim sinyalleriyle” nasıl davranacağını öğreniyor.

Psikanalist Donald Winnicott bir keresinde şöyle demişti:
“Kucağa alınmamış bir çocuk, hayata küser; ama bunu dile getiremez.”

2-4 Yaş: Dilin Gücü, Oyunun Büyüsü

İki yaşına gelen bir çocuk artık etrafıyla daha yoğun bir iletişim kurar. Kimi zaman tek kelimelik ifadelerle, kimi zaman bakışlarıyla… Ama artık dünya onun için sadece “görüp geçtiği” bir yer değildir; anlamaya, tanımaya, keşfetmeye çalıştığı bir yerdir.

Bu dönemde çocuk, kendine has bir mantık geliştirir. Bazen komik gelir bize söyledikleri:
“Gökyüzü bugün ağlıyor mu?”
“Ben üzgünüm, çünkü oyuncak da bana küstü.”
Ama işte bu cümleler, zihinsel gelişimin dışa yansıyan ilk renkleridir.

Dil gelişimi, tam da bu yaşlarda ivme kazanır. Yapılan araştırmalar, çocukların kelime hazinesinin büyük bir bölümünü 4 yaşına kadar edindiğini gösteriyor. Stanford Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, kitap okunan ve sık sık konuşulan evlerde büyüyen çocukların kelime dağarcığının, ihmal edilmiş çocuklara göre üç kat daha geniş olduğu tespit edilmiş.

Burada bir şey söylemek isterim:
Çocuğunuza kitap okurken sadece kelimeleri okumayın, onunla konuşun. Sayfadaki kuşu gösterin, “Sence bu kuş nereye gidiyor olabilir?” diye sorun. Çünkü merak, gelişimin motorudur.

Oyun ise bu yaşın en sihirli aracı. Oyun, yalnızca oyalanmak değildir. Çocuk, oyunla duygu düzenlemeyi öğrenir, paylaşmayı keşfeder, hayal gücünü genişletir.
Düşünün, eline aldığı bir tahta kaşığı uzay gemisi yapar, bir minderin arkasına saklanarak evcilik oynar, ya da oyuncak ayısıyla tartışır. Bu hayal dünyasında aslında sosyal kuralları, rolleri ve ilişkileri taklit eder.

Ben sınıfta oyun temelli bir etkinlik yaparken bir öğrencim bana “Ben bugün doktorum, ama hastalarım üzgün” demişti. Oyun oynarken hem empati kuruyor hem duygularını işliyor. İşte bu yaşlar, çocuğun iç dünyasını keşfetmesinde ve ifade etmesinde kritik rol oynar.

Ünlü gelişim kuramcısı Jean Piaget, 2-7 yaş arasını “işlem öncesi dönem” olarak tanımlar. Bu dönemde çocuklar somut düşünür, ama bir yandan da büyüleyici bir hayal dünyasına sahiptirler. Bu dünyaya saygı göstermek, onlarla oynamak ve onları ciddiye almak; onların zihinsel haritasını şekillendirir.

Kısaca, bu yaşlar kelimelerin çocuğun diline, duyguların ise kalbine yerleştiği yıllardır.
Ve unutmayın, bazen çocuğunuza vereceğiniz en değerli hediye bir oyuncaktan çok daha fazlasıdır: Zamanınız ve dikkatiniz.


4-7 Yaş: Kim Olduğunu Anlama Çabası

Dört yaşına gelmiş bir çocuk artık yalnızca “ben varım” demekle yetinmez, “ben kimim?” sorusunu sormaya başlar. Bu sorgulama her zaman sözlü olmaz; bazen davranışlarıyla, bazen oyunlarıyla, bazen de sizi şaşırtan bir bakışıyla karşınıza çıkar.

Bu yaşlarda çocuklar artık daha net bir benlik algısı geliştirir. Kendi kararlarını vermeye, beğenilerini ifade etmeye, hatta zaman zaman kurallara itiraz etmeye başlarlar.
“Ben kendim giyeceğim!”
“Sen söylemeden ben zaten yapacaktım!”
Bu cümleler sabrımızı zorlayabilir ama aslında birer gelişim işaretidir.

Bu dönemin bir başka özelliği de, öğrenmeye karşı duyulan yoğun meraktır.
“Gökyüzü neden mavi?”
“Balıklar uyur mu?”
“Ben büyüyünce neden senin gibi olamam?”
Çocuklar artık sadece duymaz, düşünür. Duyduğu her şeyi içselleştirir, yorumlar, bazen sorgular. Ve bu sorgulamalar, beynin ön bölgesindeki yürütücü işlevlerin gelişmesinde büyük rol oynar.

Prof. Dr. Selçuk Şirin, bu yaşları "gelecekteki başarıyı belirleyen en kritik dönem" olarak tanımlar. Ona göre çocuklara bu dönemde kazandırılan özgüven, problem çözme becerisi ve öğrenmeye duyulan ilgi, akademik başarıdan çok daha önce gelen bir yatırım niteliğindedir.

Özgüven demişken…
Bu yaşta çocukların en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri de onaylanmak. Ama sadece yaptığı doğru bir şey için değil; düşüncesi, sorusu, hatta hatası bile değer gördüğünde gelişir çocuk.
Bir gün sınıfımda bir öğrencim bir soruya uzun uzun düşünerek cevap verdiğinde, gülümsedim ve dedim ki:
“Bu cevabı düşünmek için çok çabaladın, demek ki beynin çalışıyor.”
Gözleri ışıldadı. Çünkü biz bazen doğru cevaptan daha değerli olan şeyi unutuyoruz: Çabanın kıymetini göstermek.

Yine bu dönemde çocuklar arkadaş ilişkileri kurar, paylaşmayı öğrenir, işbirliğine açık hale gelir. Ama hâlâ rehberliğe ihtiyaç duyarlar. Onlara sınır koyarken açıklamak, dinlemek ve kararlılık göstermek; onların dünyasında güvenli bir çerçeve çizer.

Gelişim psikoloğu Erik Erikson, 4-7 yaş dönemini “girişimcilik ve suçluluk” evresi olarak tanımlar. Yani çocuk bir şey yapmak istediğinde cesaretlendirilirse, girişimci bir birey olur. Ama sürekli eleştirilirse, suçluluk ve yetersizlik duyguları gelişir.

Bu yüzden, yapamadığı şeylerde bile “denediğin için harikaydı” diyebilmek, uzun vadede içsel motivasyonunu güçlendirir.
Çocuklar bu dönemde kendilik algılarını oluşturmaya başlarlar. "Ben kimim?", "Ben neyi severim?", "Ben nasıl biriyim?" gibi soruların temeli burada atılır. Ebeveyn tutumları, çocuğun özgüvenini ve başkalarıyla kuracağı ilişkilerin niteliğini belirler.

Bu dönemde çocuklara karşı sabırlı, açık ve anlayışlı olmak çok kıymetlidir. Bir hata yaptığında cezalandırılmak yerine, nedenlerini anlamaya çalışmak, ona duygularını ifade etme hakkı tanımak, sağlıklı bir benlik algısının temelidir.

Ünlü nörolog Dr. Daniel Siegel’in "The Whole-Brain Child" kitabında belirttiği gibi, çocuğun beyninin hem "mantıksal" hem de "duygusal" yönleri birlikte gelişir. Ebeveynin görevi, bu iki yönü dengeli biçimde beslemektir. Yani çocuğun hem hislerine değer verilmeli, hem de olayları anlama ve yorumlama becerileri desteklenmelidir.


Ne Yapabiliriz? Küçük Dokunuşlarla Büyük Farklar Yaratabiliriz

Okumak: Her gün birkaç sayfa kitap okumak, hayal gücünü ve kelime dağarcığını geliştirir.

Oyun Oynamak: Serbest oyun, çocuğun problem çözme yeteneğini, yaratıcılığını ve sosyal becerilerini geliştirir.

Dinlemek: Onu gerçekten dinlemek, değerli olduğunu hissettirir.

Rutinler Kurmak: Güven duygusu, düzenli uyku, yemek ve oyun saatleriyle desteklenir.

Sanatla Tanıştırmak: Müzik, resim ve dans gibi etkinlikler, duygusal ifadenin kapılarını aralar.

Doğaya Çıkarmak: Toprakla, hayvanla, ağaçla temas; hem fiziksel hem ruhsal gelişimi destekler.
Biliyorum , zaten ortalıkta çok fazla çocuk gelişimi hakkında konuşan uzmanlar var. Peki çok ta kitap var. Bu benim size kısa bir ozetim olsun.😊
Bu anlamlı hafta da Çocuklarımız için yapabileceğimiz en iyi şeyin onlara vereceğimiz koşulsuz sevgi, güven, ahlak ve eğitim olduğunu hatırlatmak istedim.
Sevgiler.... 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AHLAKİ GÖRECELİK (1)

 Öncelikle Merhaba; Beni bu Blogger sayfasını açmaya ve yazmaya iten ve artık bir şekilde içimdeki ve aklımdaki düşünceleri atmak, paylaşmak yalnız olmadığımı bilmek, içimden geçen bu duyguları sadece benim hissetmediğimi bilmek için açmış bulunuyorum. Bir şekilde birşeyler yapmam ve paylaşmam gerekiyordu. Çünkü çevremdeki insanların bu kadar tepkisizligine ve kayıtsızlığına dayanamıyorum.Toplumsal olaylar, günlük yaşamdaki karşılaştığımız fakat herkesle paylaşamadigimiz haksızlık ve insanların davranışları hakkında aslında kafama esen hersey hakkında yazmak istiyorum. Bu blogta öyle edebi şeyler bulamayacaksaniz. Bu blogta yaşayan normal bir insanın düşüncelerini bulacaksınız. Neden kayıtsız kalıyoruz etrafımıza karşı?  Araştırdım, psikolojide bunu yeri neresidir?  Pek çok yazı okudum. Travmalar, stres bozuklukları ve pek çok şeyin sonucunda "şizoid kişilik bozukluğu " olarak karşıma çıktı.Nedir bu şizoid kişilik bozukluğu? Kısaca açıklamam gerekirse; duygusal soğukluk, ...

Gökyüzünden Gelen Hazinenin Hikayesi (Toplanın Altın 'ın hikayesini anlatacağım size) (5)

Milyarlarca yıl önce, sessiz bir evrende  , iki devasa nötron yıldızı birbirine yaklaşmaya başladı.( Yazarken heyecanlandım 😆) Her biri, yıldızların yaşam döngüsünden arta kalan yoğun cisimlerdi. Sessizce ama kaçınılmaz şekilde bir çarpışmaya doğru ilerlediler.  Ve bir gün , o büyük an geldi; yıldızlar birbirine çarptı ve evreni aydınlatan muazzam bir patlama meydana geldi.  Bu patlamaya "kilonova" diyoruz. Ancak sadece bir ışık gösterisi değildi bu, aynı zamanda evrenin en değerli elementlerinden biri olan Altın ' ın doğum anıydı. ( hayırlı olsun nur topu gibi bir Altın madenimiz oldu. ) 😁 Atomlar bu kozmik dans sırasında birleşti,  enerji ve kaosun ortasında altın taneleri oluştu. Sonra, milyonlarca yıl boyunca, bu altın taneleri uzayın boşluğunda sürüklendi. Toz ve gaz bulutlarına karışarak yeni yıldız sistemlerinin ve gezegenlerin oluşumuna katkıda bulundu. Dünyamız da bu kozmik mirastan nasibini aldı. Milyarlarca yıl önce,  dünya' nın yüzeyine çarpan mete...

YAŞAMAK (Acının ve neşenin dansı) (7)

Bazen hayat, iç içe geçmiş zıtlıkların sahnesi gibi gelir insana. Neşe ile hüznün,  umut ile kaderin, başlangıç ile sonun aynı anda var olduğu bir oyun... Bir an gülerken, diğerinde derin bir sessizliğe gömülebiliriz . Acının içinden geçmeden neşeyi, kaybetmeden sahip olmanın değerini,  düşmeden yükselmenin anlamını bilebilir miyiz gerçekten? Yaşamak, sadece nefes almak değil; hissetmek, yaralanmak,iyileşmek bazen tekrar kanamak demek. Mutluluklarımızı büyüten,  hüzünlerimizin gölgesi değil mi zaten? İşte bu yüzden yaşamın karmaşıklığı içinde kaybolurken bile belki de asıl yolculuk tam da burada başlıyordur. Yaşamla ilgili eski zamanlara baktım bu yazıyı yazarken ekleyebileceklerime; Antik yunan'da filozoflar, hayatın anlamını sorgularken bir yandan da onun kaçınılmaz acılarını kabul etmeyi öğütlermiş. (İçinden geçin diyorlar yani) Stoacı, filozof Epiktetos, "Başa gelen şeyler değil, onlara verdiğimiz anlam bizi üzer. " derken, aslında yaşamanın bizim iç dünyamızda şekill...