Ana içeriğe atla

YALNIZLIK ( MODERN DÜNYA NIN GÖRÜNMEZ SALGINI) (12)

Eskiden yalnızlık farklıydı. 19.yy da yazarlar Paris' in küçük kafelerin de yalnız başına kitap yazardı. Bir keşiş derin düşüncelere dalar bir mağaraya çekilirdi. 
Peki şimdi? Yalnız kalabalıklar içinde yaşıyoruz.  ( bakın en çok kullanılan kelimeyi yine kullandım. Yalnız kalabalık) Kendi apartmanın da bile komşusunun adını bilmeyen bir dünyadayız.  ( hemen yoo ben biliyorum demeyin bilmeyen pek çok insan var.)
Eskiden bir dostu özleyince kapısını çalardın.  (Ben hatırlıyorum annemin arkadaşları geçerken hep bize uğrarlardı.  Bir kahve içilir ve gerçek sohbetler yapılır herkes dağılırdı. ) Şimdi? Mesaj atıp "müsait misin?" diye soruyorsun. O da iki saat sonra " yoğunuz yaa" diye cevap veriyor. ( belki de doğru olan budur kim bilir?) 
İnsanlar sabah kahvesini içerken gazeteye göz atardı. Şimdi telefon ekranına bakıp üç farklı habere üzülüp,  beş farklı tweet' e sinirlenip iki saniye sonra da "Hayat çok yalnız  " diyoruz. Beynimize bir yüzyılın duygusal yükünü 10 dakika da yüklüyoruz. 
Yalnızlığın evriminden bahsedeyim biraz:
Antik yunan da yalnız kalıp felsefe yapmak makbuldü. Sokrates, kalabalıkların içinde bile tek başına düşüncelere dalardı.
Orta çağ da yalnızlık keşişlerin işi olmuştu.  Ruhani bir deneyim olarak görülürdü.  Rönesans döneminde sanatçılar ve bilim insanları yalnızlık içinde üretirdi.  Michelengelo, sistina şapelini tek başına boyarken " beni yalnız bırakın " diyordu belki de. 
Günümüzde " netflix and chill" derken aslında " yalnızım ama kabul etmiyorum" diyoruz. Kısacası yalnızlık eskiden ruhu besleyen birşeydi.
Çünkü üretkenlik,  bazen yalnız kalmayı gerektirir.Bugün ise yalnızlık çoğu zaman farketmedigimiz bir lanet gibi. Gel kahve içelim dediğin insan 10 kere düşünüyor. Hadi bir test yapalım.  Telefonunuzu elinize alın ve bir bakın kaçı gerçekten derin bir konuşma? Kaçı sadece naber?, iyi, senden , hahahah seviyesinde?
Kaçı sadece plan yapmaya çalışırken "boş günüm yok" diye biten mesajlardan ibaret.
Sosyal Medyanın sahte yakınlık hissine ne demeli? Birbirimize gönderdiğimiz reelslerle , yorumlarla iletişim kurduğumuzu düşünüyorum. "Ya Burçin bunu neden yazdın?" Ne düşündün? Ben de aslında aynı hislerdeyim ? Ya da sana katılmıyorum" diyerek soran çok az insan var genelde banane deyip geçiyoruz. Hayatla bağlantıda bile değiliz. Yalnızlığımızı bastırıyor bence sadece sosyal medya. Yalnızlık artık sadece evde oturmak  değil, işte,  ilişkide,  dışarıda,  insanlarla çevriliyiz. Peki ya bağ? Şu an için ihtiyaç duymuyor olabilirsiniz ama bir nokta da pişman olmak ? Neyse bu da başka bir konu. Döngüyü kırmak mümkün mü? Gerçek sohbetlerle , gerçekten dinleyerek, teşekkür ederken karşınızdakinin gözlerine bakarak belki de mümkün olabilir. İnkar etmiyorum ben yalnızlığı çok severim hatta bayılırım. Düşünmek, üretmek, okumak, kendini tanımak için gereklidir. Bana fırsat olarak geliyor. Fakat aşırı bir yalnızlık iyi değil bunu bilmeliyiz. Hiç birimiz yalnız değiliz.  Hepimiz döngünün içindeyiz. İnsan,  insanın ilacıdır.  Hiç kimseye ihtiyacım yok diyerek kendimizi kandırmayalım. 
Gün içinde fark etmeden kaç insanın hayatına dokunduğunu düşündün mü? Market kasiyeri,  apartmandaki güvenlik görevlisi,  her gün otobüste gördüğün yaşlı teyze. Belki farkında bile değilsin. Ama birinin gününü güzelleştiriyorsun.  Bir gülümsemen,  küçük bir teşekkürün, bir nasılsınız? Sorusu bile birinin yalnız hissetmemesine sebep olabilir. Ve eğer senin küçük bir hareketin birini mutlu edebiliyorsa,  başkalarının da senin için aynı şeyi yaptığını bilmelisin.
Belkide yalnız kalmak isteyenler bizleriz. Hep yalnız hissediyoruz diyoruz ama belki de mesele bu değil. Belki de biz, bilinçli ya da bilinçsiz şekilde yalnız kalmayı seçiyoruz. Çünkü bazen kalabalık yoruyor. Çünkü insanlar çoğu zaman fazla geliyor. Kendi dünyamız , dışarıdaki gürültüden daha güvenli hissettiriyor. Bir düşünelim; Bütün gün insanlarla iç içesin. İş yerinde, okulda sürekli konuşmalar, sürekli gülümsemeler, sürekli nasılsın? Soruları,  bu kadar insanın içinde olmakta yorucu. Yalnızlığı bir mola olarak bilinçli seçiyoruz çoğu zaman. Kendimizle olmayı içimize dönmeyi,  çünkü bunca kaosun içinde yalnız kalmak bazen en büyük lükstür.  Dışarıda yargılayanlar,  anlamayanlar , dinlemeyenler, bazen birşey anlatıyorsun ama karşısındaki seni dinlemiyor, duymuyor. Böyle olunca ne yapıyoruz? Geri çekiliyoruz. İçimize kapanıyoruz. Daha az paylaşıyoruz. Çünkü kendi iç dünyamızda,  yargılamak yok. Hayal kırıklığı yok, beklentiler yok. Kendimizle kalmak,yalnızlık başkalarıyla olmaktan çok daha kolay. Gerçek bağ kurmak cesaret ister. Samimi olmak, açık olmak, kırılgan tarafını göstermek. Yalnızlığa sarılıyor olabilir miyiz? Birinin gerçekten bizi görmesini, anlamasını istiyoruz ama bu kapıyı açmak zor geliyor. Bence bilinçli bir yalnızlık içindeyiz.  Çünkü geçmişte kırıldık,  hayal kırıklığına uğradık  ve artık güvende kalmayı seçiyoruz. Canın mı sıkıldı bir dizi aç,  duygusal mı hissediyorsun bir şarkı dinle, birşey mi paylaşmak istiyorsun,  hikayeye at bir kaç beğeni al geç. Artık yalnız kalmak çok daha kolay ve cazip. Yalnızlık dediğimiz şey,  aslında seçilmiş bir özgürlük biçimidir. Kendi dünyamızda olmayı,  kendi düşüncelerimizde vakit gecirmeyi,  kendimize yetmeyi seviyoruzdur.  Eğer,  yalnızlık seni dinlendiriyor,  güçlendiriyor, mutlu ediyorsa sorun yok. Koruma kalkanı olarak kullanmak güzel. Ama bağ kurmak insan için bir o kadar da gerekli. Yalnızlık bazen güç verir bazen de içimizi kemirir. Hangisi olduğunu sadece biz bilebiliriz. 
Haydi şiirsel bir hikâye gibi bitirelim yazıyı bu sefer ;
Yalnızlık, sadece hüzünlü bir ezgi degildi.
Bazen, bir keman solosu gibi huzurlu,
Bazen de bir piyano tınısı gibi derin.
O, insanın kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğun sessiz rehberi.
Zaman zaman hüzünlü bir ağıt 
Bazen de özgürlüğün en yalın notasıydı. 
 (Gülmeyin şahane olmadı mı?) 
Sevgiler...
Film önerisi;
Her(2013)
Kitap önerisi:
Sahilde Kafka- Haruki Mukarami 
Vahşetin çağrısı- Jack london 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AHLAKİ GÖRECELİK (1)

 Öncelikle Merhaba; Beni bu Blogger sayfasını açmaya ve yazmaya iten ve artık bir şekilde içimdeki ve aklımdaki düşünceleri atmak, paylaşmak yalnız olmadığımı bilmek, içimden geçen bu duyguları sadece benim hissetmediğimi bilmek için açmış bulunuyorum. Bir şekilde birşeyler yapmam ve paylaşmam gerekiyordu. Çünkü çevremdeki insanların bu kadar tepkisizligine ve kayıtsızlığına dayanamıyorum.Toplumsal olaylar, günlük yaşamdaki karşılaştığımız fakat herkesle paylaşamadigimiz haksızlık ve insanların davranışları hakkında aslında kafama esen hersey hakkında yazmak istiyorum. Bu blogta öyle edebi şeyler bulamayacaksaniz. Bu blogta yaşayan normal bir insanın düşüncelerini bulacaksınız. Neden kayıtsız kalıyoruz etrafımıza karşı?  Araştırdım, psikolojide bunu yeri neresidir?  Pek çok yazı okudum. Travmalar, stres bozuklukları ve pek çok şeyin sonucunda "şizoid kişilik bozukluğu " olarak karşıma çıktı.Nedir bu şizoid kişilik bozukluğu? Kısaca açıklamam gerekirse; duygusal soğukluk, ...

Gökyüzünden Gelen Hazinenin Hikayesi (Toplanın Altın 'ın hikayesini anlatacağım size) (5)

Milyarlarca yıl önce, sessiz bir evrende  , iki devasa nötron yıldızı birbirine yaklaşmaya başladı.( Yazarken heyecanlandım 😆) Her biri, yıldızların yaşam döngüsünden arta kalan yoğun cisimlerdi. Sessizce ama kaçınılmaz şekilde bir çarpışmaya doğru ilerlediler.  Ve bir gün , o büyük an geldi; yıldızlar birbirine çarptı ve evreni aydınlatan muazzam bir patlama meydana geldi.  Bu patlamaya "kilonova" diyoruz. Ancak sadece bir ışık gösterisi değildi bu, aynı zamanda evrenin en değerli elementlerinden biri olan Altın ' ın doğum anıydı. ( hayırlı olsun nur topu gibi bir Altın madenimiz oldu. ) 😁 Atomlar bu kozmik dans sırasında birleşti,  enerji ve kaosun ortasında altın taneleri oluştu. Sonra, milyonlarca yıl boyunca, bu altın taneleri uzayın boşluğunda sürüklendi. Toz ve gaz bulutlarına karışarak yeni yıldız sistemlerinin ve gezegenlerin oluşumuna katkıda bulundu. Dünyamız da bu kozmik mirastan nasibini aldı. Milyarlarca yıl önce,  dünya' nın yüzeyine çarpan mete...

YAŞAMAK (Acının ve neşenin dansı) (7)

Bazen hayat, iç içe geçmiş zıtlıkların sahnesi gibi gelir insana. Neşe ile hüznün,  umut ile kaderin, başlangıç ile sonun aynı anda var olduğu bir oyun... Bir an gülerken, diğerinde derin bir sessizliğe gömülebiliriz . Acının içinden geçmeden neşeyi, kaybetmeden sahip olmanın değerini,  düşmeden yükselmenin anlamını bilebilir miyiz gerçekten? Yaşamak, sadece nefes almak değil; hissetmek, yaralanmak,iyileşmek bazen tekrar kanamak demek. Mutluluklarımızı büyüten,  hüzünlerimizin gölgesi değil mi zaten? İşte bu yüzden yaşamın karmaşıklığı içinde kaybolurken bile belki de asıl yolculuk tam da burada başlıyordur. Yaşamla ilgili eski zamanlara baktım bu yazıyı yazarken ekleyebileceklerime; Antik yunan'da filozoflar, hayatın anlamını sorgularken bir yandan da onun kaçınılmaz acılarını kabul etmeyi öğütlermiş. (İçinden geçin diyorlar yani) Stoacı, filozof Epiktetos, "Başa gelen şeyler değil, onlara verdiğimiz anlam bizi üzer. " derken, aslında yaşamanın bizim iç dünyamızda şekill...