Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Bir yıl daha biterken...

Bir yıl daha bitti. Takvimden bir yaprak değil sadece; yorgunluklar, gülüşler, sabırlar, vazgeçmeyip devam edişler kapandı arkasından. Bu yıl; erken çalan alarmlardı, yarım kalmış uykulardı, “Bugün de böyle geçti” deyip susmaktı. Bazen sesimizi yükselttik, bazen içimize attık. Bazen çok koştuk, bazen olduğumuz yerde saydık. Ama her şeye rağmen orada kaldık. Yanlışlarımız oldu. Keşke dediğimiz cümleler… Daha sabırlı olabilirdim, daha çok dinleyebilirdim, daha az kırabilirdim dediğimiz anlar… Ama şunu da öğrendik: İnsan, elinden geleni yapınca yine de eksik kalabiliyor. Bu yıl bize şunu öğretti: Her gün güçlü olmak zorunda değiliz. Her şeyi başarmak zorunda değiliz. Ama dürüstçe çabalamak, en az sonuç kadar kıymetli. Gülen gözler gördük. Kırılan kalpler gördük. Bazen bir cümleyle umut olduk, bazen bir suskunlukla yük olduk. Ve yine de devam ettik. Şimdi geriye dönüp bakınca; tam olan şeyler değil, samimi olanlar kalıyor akılda. Bu yıl biterken; kendimize biraz şefkat, biraz teşekkür, bir...
En son yayınlar

KUSUR

Kusur Nedir? Kusur… Dilimizde kısa bir kelime ama taşıdığı anlam, insanın ruhunda açtığı yer çok geniş. Bir yanımız sürekli fısıldar: “ Bir şey eksik.” Aynaya baktığımızda gördüğümüz şey yüzümüz mü, yoksa görünmeyen yaralarımız mı? Kusur dediğimiz şey; burnumuzun fazla büyük, belimizin yeterince ince olmaması, bacağımızın şekli, cildimizin pürüzleri mi gerçekten? Yoksa bütün bunlar sadece görünene yapıştırılmış etiketler mi? Belki de asıl mesele güzellik değildir,güzel görünmek baskısıdır. Çünkü güzellik, insanlık tarihi boyunca anlamı değişen, kültürden kültüre dönüşen bir fikir. Ama güzel görünmek, yani dışarıya uygun bir görüntü verme kaygısı, çağın en güçlü yüklerinden biri. Kusur da tam burada büyür: İdeal görüntüye uymadığımız her yerde… Kusur Gerçekten Bizi Tanımlar mı? Kimi zaman kendimizi beğenmediğimiz için iyi giyinmeye çalışırız. Kimi zaman da paramızın yetmediği şeyleri “kusur” gibi algılarız. Göze hoş gelen kıyafetlerin bile bir standardı vardır ve o standardın dışında ...

Herşeyin Başına Başarı Koyduk

Bazı insanlar var; sanki doğar doğmaz “başarılı olacaksın” diye kulağına fısıldanmış. Daha emeklemeden, “Bu çocuk ileride CEO olur!” denmiş olabilir. Hırs, bazen kahve gibi… Azı uykunu açar, fazlası kalbini çarptırır. Peki ne zaman bu kadar hırslı olduk? Yoksa insanlık tarihinin en başından beri mi böyleydik? Tarih Sahnesinde İlk Hırs: Mağara Duvarından Tahta Çıkışa İlk insanlardan beri birbirimizi geçme, üstün olma isteğimiz var. Mağara duvarına el izini bırakan atamız bile, “Bak ben buradaydım, sen kimsin?” demek istemiş olamaz mı? Sonra bu el izleri tahtalara, taşlara, piramitlere dönüştü. Antik Mısır’da firavunlar ölümsüzlük için mezarlarına altınlar gömdü. Orta Çağ’da krallar toprak için savaştı. Rönesans’ta ressamlar “en tanınan ben olacağım” diye birbirinin gölgesini ölçtü. Yani kısacası, hırs insanlıkla yaşıt bir virüs gibi. Modern Hırs: Başarı Odaklılık Çağı Bugünse taht yerine “LinkedIn profili”, kılıç yerine “özgeçmiş” taşıyoruz. Hırs artık savaş meydanında değil, açık ofisl...

Kimse kimseye göre degil

Birini anlamak sabır ister. Ama biz aceleciyiz. Anlamadan hüküm veriyoruz, duymadan cevap veriyoruz, düşünmeden eleştiriyoruz. Belki de anlamak değil, haklı çıkmak istiyoruz. Her tartışmanın sonunda bir taraf değil, bir egonun kazanmasını diliyoruz. Kendimizi haklı çıkarınca rahatlayacağımızı sanıyoruz ama içimizde hep bir tortu kalıyor. Çünkü kalpten gelen hiçbir şey, “haklı çıkmak” üzerine kurulu olamaz. Birini olduğu gibi kabul etmek zor geliyor. Çünkü bu, kendi doğrularımızdan biraz vazgeçmek demek. Kendimize çizdiğimiz “doğru” haritasının dışına çıkmak bizi korkutuyor. Ama hayat, sadece bizim doğru bildiklerimizden ibaret değil. Ve bunu fark ettiğin an, bir sessizlik kaplıyor içini , güzel bir sessizlik. Artık herkesin kendince haklı olabileceğini görüyorsun. İnsanları değiştirmeye çalıştıkça ilişkiler bozuluyor. Birini “düzeltmeye” çalışmak, onu olduğu hâliyle yeterli bulmadığın anlamına geliyor. Kimi zaman farkında olmadan sevgiyi bile bu şekilde eksiltiyoruz. “Ben s...

Heşeyi Bilenler Cemiyeti

🪞 Hepiniz Çok Biliyorsunuz Herkesin her şeyi bildiği bir çağdayız. Ekonomi batarsa nedenini sokaktaki manav anlatıyor, eğitim sistemi çökerse çözümünü kuaför söylüyor. Aşkın sırrını ise üç dakika süren bir "Instagram"videosunda öğreniyoruz. Kimse “bilmiyorum” demiyor artık. Çünkü bu çağda bilmemek, neredeyse ayıp sayılıyor. Oysa bazen en bilge cümle, bir omuz silkmesiyle gelen o sade kelimedir: “Bilmiyorum.” Bilmek mi, biliyor gibi görünmek mi? Artık herkesin kendi kürsüsü var: telefon ekranı. (Bknz. Burası da benim kürsüm) Bir tuşla profesör, iki story’le psikolog, üç yorumla politikacı olunabiliyor. Bilgiye ulaşmak kolaylaştıkça, bilgiliymiş gibi davranmak da moda oldu. Okumadan yorum yapan, araştırmadan yargılayan bir ordu gibiyiz ,üstelik kendimizi de çok ciddiye alıyoruz. Kimse farkında değil ama “her şeyi bilen insan” aslında hiçbir şeyi anlamıyor. Konuşmaktan Yorulmayanlar , ( ayyyy ay ki ne ay)  Bir şey dikkatimi çekti: Artık sohbetler yarış gibi. Herkesin “doğru”sun...

Zihin Arşivi

Bazen düşünüyorum da, insan zihni koca bir arşiv odası gibi… Oraya giren her ses, her bakış, her kelime bir köşeye not ediliyor. Ama garip olan şu ki, en çok da küçücük şeyler aklımızda kalıyor. Koca bir konuşmadan değil, belki bir kelimeden inciniyoruz. Saatlerce süren güzel bir günden değil, en son duyduğumuz tek bir cümleden etkileniyoruz. Ve işte, o minicik detay bütün zihnimizi meşgul etmeye başlıyor. Aslında mesele sadece takılmak değil; mesele, zihnimizin o küçük şeyi sürekli tekrar etmesi. Tıpkı bozuk bir plak gibi aynı cümlenin dönüp dolaşıp kulağımıza çalınması… Ne kadar görmezden gelmeye çalışsak da içimizden bir ses hep oraya geri dönüyor. Çünkü insanın doğasında var: Bir şey bizi yaraladı mı, zihnimiz onun üzerinde düşünerek sanki çözüm bulacakmış gibi oyalanıyor. Ama çoğu zaman çözüm bulmuyoruz; sadece yoruluyoruz. Üstelik bu noktada başka bir huy devreye giriyor: Her şeyi kendini haklı çıkaracak biçimde görmek. Yani, ortada belki küçücük bir yanlış anlaşılma ...

"Sil Baştan "

Hayatın en tuhaf yanı, kimseye tek yönlü bir yol vermemesi. Hepimiz sanıyoruz ki bir kere karar verdik mi, ömür boyu aynı rotadan gideceğiz. Oysa hayat, çoğu zaman bir kavşakta karşımıza dikilip “Buraya kadar” diyor. İşte o anlarda kulağımıza çalınan cümle çok tanıdık: Sil baştan başlamak gerek bazen. Ama hemen yanlış anlaşılmasın… Yeniden başlamak romantik bir sahne değil. Toz pembe bir sayfa hiç değil. Daha çok karalanmış defterin içinde boş bir köşe bulup “Buradan devam edeyim” demek gibi. Yeniden başlamak garantili bir başarı vaat etmez. Bazen kurduğunuz hayal söner, bazen çıktığınız yol yarıda kalır. Ama önemli olan tembelliğe sığınmamak, “ben denedim” diyebilmektir. Çünkü kaybetmek, hiç denememekten daha onurludur. Einstein’ın bir sözü vardır: “Ben başarısız olmadım, sadece işe yaramayan on bin yol buldum.” Yeniden başlamak, işte o on bininci denemeyi göze almak demektir. Bu topraklarda yeniden başlamanın en büyük örneğini Mustafa Kemal Atatürk verdi. Bir imparatorluk...